10 Haziran 2013 Pazartesi

"Öyle özgürüm ki şu an, her yere gidip her şeyi yapabilirim."


Gezi Parkı direnişinin ilk ve en esaslı gününde Yamoş’la Lizbon’daydık. Tüm gece sayfa yenilemekten ve Norveç televizyonunun yetersiz açılı kamerasının görüntülerini izlemekten uyuyamadık. Ertesi gün ben onu yolcu ettim ve #direngeziparki eylemine katıldım.

Troika’yı protesto etmek için toplanmış binlerce insanla birleştik. Sevgili Portekiz polisi onlar eylemlerini daha kolaylıkla ve emniyetle yapsın diye yolları araç trafiğine kapamıştı. Huzur içinde eylemimizi yaptık, çimenlerde oturup dinlendi bazıları, bazıları küçük çocuklarıyla oyunlar oynadı alanda. Ne güzelsiniz diye düşündüm. Sinirlenmeden de olsa güzelsiniz, çünkü sizi buna mecbur bırakmıyorlar.

Bir süredir Portekiz keşiflerini ve güneye gezimi anlatmak istiyorum ama tüm bu direniş çılgınlığı içinde, faydalı değil meraklı olduğumdan ve bir de gönlüm kendi özel hayatımı değil yazmaya düşünmeye bile razı olmadığı için, erteliyordum. Hala zamanı değil belki Ankara’da, Dersim’de direniş şiddetiyle devam ederken ama kendimden af dileyerek yazmalıyım.

Nereden başlamak lazım? Fazo’nun gelişinden mi? Hayır hayır. Bu postu o kadar uzun tutmaya niyetim yok. Güneye giderken diyoruz o halde.

Yola çıkmadan önce en az zaman kaybedeceğimiz ve gittiğimiz her yerde en çok vakit geçireceğimiz şekilde googlemaps yardımıyla detaylı bir plan yaptık. Şehirleri, plajlarında gün boyunca vakit geçirdikten sonra akşam üzerine doğru terk edecek ve seçtiğimiz hostel veya otellerin birinde kalacakve ertesi gün yine aynı şeyi tekrarlayacaktık. Ancak bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor.

Yola havaalanına yakın Prior Velho mahallesinden çıktık. Ver elini Cabo do Roca. Planımız şöyle uzaklara bakarak samimiyetle bir sigara tüttürmekti, rüzgâr izin verseydi. Uçurumdan aşağı sürüklenmemeye çalıştık sadece. Tüm şeridi yürüdük ve hepsi bu. Manzara gerçekten büyüleyici. Çılgın bir pot kırmama sebep olacak kadar. Sağımda bu bak bak bitmeyecek manzara, solumda da çiçekler böcekler ağaçlar. 60larında bir hanım teyzemiz çiçeklerin arasına girmiş makro fotoğraflar çekme uğraşında. Rüzgardan aptala dönmüş olacağım, Yamoş’a resmen en yüksek sesimle “Teyzeme bak yahu, şurada dünyanın en etkileyici manzaralarından biri dururken çiçek böcek fotoğrafı çekiyor.” dedim. Hemen yanındaki amca bize döndü, “Aaa siz de Türksünüz. Nerden?” gibi birşeyler söyledi. Eyvah eyvah. Sen git Avrupa kıtasının en uç noktasına, biri hakkında atıp tut ve Türk çıksın. Aynı amca bir de fark etmemizi sağladı ki aslında “Avrupa kıtasının en doğu ucundan en batı ucuna” gelmişiz. Amcanın hakkını yememek lazım, biz düşünememiştik bu detayı.
İşte böyle bir şey. Ufuk çizgisinin yamukluğu benim beceriksizliğim de olabilir.


“Onde a terra se acaba e o mar começa” - Luís de Camões

Not: Bu cümlenin neden bu kadar tutuğunu anlamıyorum, sadece bir gerçeği dillendirmiş gibi geliyor ama havalı bi yandan da sanki, şair şairliğini yapmışçasına.


Cabo do Roca’nın ardından Lagos yeni durağımız. GPS’imizi ayarladık. Başladık 3 saatlik yolculuğumuza. Radyomuzda da Lizbon şarkıları,benim bakış açımdan Lizbon şarkıları tabii, başkası için ticari pop.

Santana denen huzurlu bir kasabada duraklayıp birer kahve içtik. Ardından Grandola’ya girip girmemek arasında kararsız kaldık ama girmedik. En sonunda Monchique taraflarındaydık, hadi bi bakalım, dedik ama sapağı kaçırdık. Onun yerine doğal bir oluşumu görmek üzere GPS’in ısrarla sürekli ekrana getirdiği “unpaved road”a girdik.
Doğal bir oluşuma götürmesi gerekiyordu bizi, ve götürdü de, yamuk yumuk, bir Seat Ibıza yerine ciple falan girilmesi gereken dağ yollarına. 2 saatimizi çıkış yolunu bulmak için harcadık. Ardından bir Landrover gördük. Adamı hemen durdurduk. 20 yıldır Portekiz’de yaşayan, Fas’ta büyümüş bir Almanmış. Bremen yakınlarından. Tarımla uğraşıyormuş. Tahminim 30ların sonu ya da 40ların başında olduğu. Dieter. Ona sorduk nasıl ana yola çıkabileceğimizi. O da bilmiyormuş, gölü görmeye gelmiş. Yine de peşine takılmamızı ve bizi bir şekilde çıkaracağını söyledi. Rahatlar gibi olduk. Peşine takıldık ama gittiğimiz yollar her saniye daha da kötüleşiyordu. Daha engebeli, daha dik, daha korkunç. Bir noktada Yamaç aracı sola doğru yatırdı ve bana arabadan inmemi söyledi, ben de inersem arabanın daha da yatacağını düşündüğüm için inmedim. Saçma! Bu arada not düşmekte yarar var sol tarafımız uçurum. Dieter da önümüzde konforla devam ediyor yolculuğuna ve ortaya çıktı ki yol göle gidiyormuş, diğer tarafa gitmeliymişiz. O anda Dieter fark etti, aracın altından gaz akıyor. Bir yere çarpmışız o korkunç engebeli yollarda, arabanın altını patlatmışız.


Arabayı hemen orda bıraktık ve Dieter bir arkadaşını aradı. Sinyal bulmak bile öyle uğraş gerektirdi ki artık korkuyordum. Bizi aracına aldı, arkadaşından bizi çekmesi için ip ya da kayış gibi bir şeyler aldık. Bizi çekmesi de ayrı bir hikâye. Ben Dieter’la birlikte Landrover’daydım. Yamoş da bizim araca hâkim olmaya çalışıyordu. Zavallı Yamoş, çok zorlandı.

En sonunda dağdan kurtulduk, Dieter bizi Monchique’e kadar çekti. Bize bir otel bile buldu. Aracı da bir tamircinin önüne bıraktık. Ertesi sabah ortaya çıkacaktı her şey, yani arabanın durumunun ne kadar kötü olduğu. Dieter’a teşekkür ettik. “Ne kadar teşekkür etsek az.” üzerine “Help someone else.” diyen yüce gönüllü bir adam işte Dieter da. Onun yolculuğumuzun sonundaki aramasına üzerinden bir haftaya yakın zaman geçmesine rağmen cevap vermemiş olmak beni çok üzüyor. Zaman geçtikçe daha da zorlaşan şeylerden biri işte bu.

işte o kahvaltı
Ertesi sabah uyanmak konusunda geç kaldık, en gurme damaklara layık müthiş bir kahvaltının ardından tamirciye gittik. Durumun bizim hatamız olmadığı, aracın o kısmının zaten önceden tamir edilmiş olduğu (Dieter da öyle söylemişti) ortaya çıktı. Tamirci bizim adımıza Interrent’le görüştü, aracı çekmeye geleceklerdi ve bir taksi de bu sırada bizi Faro’ya götürecekti. Yani yolculuğumuzun son durağı olmasını planladığımız şehre gidiyorduk.
Monchique yangınlarına karşı

Buraları kısa tutmam gerekiyor sanırım. Dieter’ı aradım, herşeyin yolunda olduğunu haber verdim ve tekrar teşekkür ettim. Dönüşte onun yanına uğrayacak ve beraber “in the rocks” bir şeyler içecektik. Sözler verilmiş oldu. Bir taksi bizi almaya geldi. Oldukça konuşkandı, güzel plajlar önerdi, politika konuştu, ekonomi konuştu, futbol konuştu, okaliptüs ormanlarının para için yakılmasını konuştu. En sonunda Faro’ya vardık.

Yeni arabamızı aldık, bir Fiat Panda, rüzgârda uçanlardan. Eyvah! İşte ancak bu arabayla yol kenarındaki panoların amacını anladık: rüzgârı birazcık olsun engellemek.


Faro'da görülmeye değer tek şey bu züccaciyeci
Faro merkeze gittik. Geceyi orada geçirmekti planımız fakat öyle sevimsizdi ki Faro, birkaç saatten fazla durmadan, sadece bir yemek yiyerek ayrıldık ordan. Faro’dan aklımızda kalanlarsa sardalyanın temizlenmemiş kısımlarını nasıl “Yumurta onlar yumurta.” diye yutturmaya çalışmaları oldu. Tabii canım.


Hedef Albufeira dedik. Bakalım yeni durak bize ne gösterecekti.



Albufeira’ya vardığımızda hava kararmıştı, yorgunduk, bir otel bulup yerleştik. Öyle güzeldi ki odamız ve otelde bizden başka sadece Kuzey Avrupalı bir çift vardı, yaşlı bir çift. Kim gider Albufeira’ya sezon dışında. Bu, Faro için daha uygun belki de. Geceyi şu güzel iki şişe ile geçirdik. Hele sağdaki, artisanal bir tavrı olan, öyle güzeldi ki, ilk onu içtiğimize pişman etti bizi.
  
Ertesi sabah kaybolan GPS parçasının peşine düştük. Arabada olmadığı söylenmişti bize ama sonra orda buldukları ortaya çıktı. Önce plajda biraz vakit geçirdik ve güneş etkisini yitirirken Faro’daki acenteyi aradık. “Dün sizinle ilgilenen arkadaş şu an burada değil, saat bilmem kaçtan sonra arayın.” Bekledik ki o saat gelsin. Tekrar aradık, gittik, GPS zımbırtısını aldık. Albufeira’ya geri döndük. Aynı otelde kaldık, öyle güzel, öyle oryantal, öyleyaşanmışlık ve samimiyetle doluydu ki. Kahvaltısını da sevmiştim, Monchique’tekinin yanından geçemese bile.

O akşam “Chicken Piri Piri” yedik. Soslu bir tavuktan farkı yoktu. Kazıklandık tabii. Lizbon’a geri döndüğümüzde Joao’dan öğrendiğimiz kadarıyla güneyde iki menü varmış. Biri yerli halk için yani genel konuşalım Portekizliler en azından durumdan haberdar olan Portekizliler için diğeriyse turistler. Biz turist fiyatıyla yedik tabii ve haliyle kazıklandık. Bir şişe Ruby alıp otelimize geri döndük.
Sao Rafael

Ertesi gün hava çok güzeldi, iki plaja gittik. Biri Praia da Ouro, diğeriyse Praia de São Rafael. Ouro güzeldi, São Rafael’se bir cennet. İkincisinde okyanusa bile girdik. 8 dereceden yüksek değildi suyun sıcaklığı ama iki dakika sonra tamamen kuruyabildiğimiz kadar da sıcaktı hava.

Cenneti bırakıp gitmek zordu ama akşam oluyordu ve Lagos’a ilerledik. Yine çok tatlı ve oldukça sakin bir yer bulduk kendimize. Bu sefer bir hostel. Buranın her detayına aşık oldum desem yeridir. Şehir merkezindeydi tam. Küçücük sokaklar, binlerce İngiliz veya Avustralyalı (aşıkolduğum kısım bu değil!), kaybolmaya çalışsak da kaybolamamamız.
Meia Praia, rüzgarın vatanı

Ertesi gün erken kalkıp Meia Praia’ya ve Alvor’daki bir plaja gittik. Aman ne rüzgardı, savurduğu kumdan üç gün boyunca kurtulamadım. En sonunda da yolculuğumuzun sonuna geldik. Aracımızı teslim edip Windsor Palace’a döndük.


Ertesi gün ve gece de korku ve gurur içinde Taksim’i izledik.

14 Mayıs 2013 Salı

Lisboa, cidade da tolerância


Asla ama asla baş ağrısı yaşamam ben. Asla. Cumartesi günü birden bire başım ağrımaya başladı. Hem de öyle bir ağrı ki daha önce yaşadığım hiçbir acı veya ağrıyla kıyaslanabilecek gibi değil. Ağrı eşiğimin oldukça yüksek olduğunu söylemeyi de borç bilirim. Herhalde, dedim, çok uyuduğum için. Bir ağrı kesici içtim. Diner gibi oldu. Janis ile dışarı çıktık güzel bir Lizbon havasının tadını çıkarmak için. Praça de Luís de Camões’e kadar yürüdük, orada Göksu ve Meltem’le buluşup oturduk biraz. Son dakikalarda ben titriyordum ama diğer herkes için sıcak bir yaz gününden farklı değildi. Bir terslik olduğunu gösteren ikinci sinyaldi bu da.
O gün Lizbon’un ne güzel bir şehir olduğunu tekrar anladım. “Tolerans Şehri” Bu duvar yazısı sonuna kadar gerçek. İşte sebebi de şu video.



Hayatta bir kere görülebilecek böyle bir gösterinin ardından eve geldik. Yetiştirmem gereken iki ödev vardı aslında ama gün boyunca ağırdan alıp ertelemiştim. Şimdi de yediğim soğuk ve rüzgar yüzünden hiç halim yoktu. Bir şekilde yaptım. Çok da zaman harcamamak gerekiyor aslında. Ateşimin yükseldiğini hissediyordum bir yandan da ve baş ağrım daha da beter haldeydi. Ev arkadaşımdan termometre aldım. 38.5 derece! Bir de ateş düşürücü içtim. Ve hemen uyudum.
Ertesi gün Gulbenkian’a gitme planlarım vardı. Gidemedim tabii ki. Pazar gününü evde yatarak geçirdim. Koca bir gün boyunca uyudum. Arada su içmek için uyandım, içemedim. Bugün yani pazartesi de tüm bunları düşününce “Eyvah! Acaba bademciklerim mi iltihaplandı?” dedim. İlkel bir inceleme yaptım ayna karşısında ve gerçekten öyle olmuş.
Tüm bunların yanında bir de sigarayla asla ayrılamayacağımızı fark ettim. İltihaplı bademcikler varken sigara olmamalıymış, ama ben bu kurala uyamadım. Ve nefret! Yarın antibiyotiğe başlıyorum. Birkaç günlüğüne elveda alkol. 

27 Nisan 2013 Cumartesi

ustam



faziletciğim beni ziyarete geldi.
normalde yediğimden daha zevkle, daha bir açık iştahla ve daha fazla fazla fazla yedim onunlayken.
bir de hamaratlığım tuttu. karnıyarık yaptım. biraz tuzsuz oldu ama ilk kez için fena değilmiş.


bir de kızartmalar var tabii.


sherlock izlerken bile doyumsuzca tükettiklerim,
ardından da "random arabic guy" olması gereken ama her ülke vatandaşına bambaşkalarını çağrıştıran güzel kağıt: Zig-Zag.









hepsi bu değil. değil ama yeter.

kartopu savaşı



bir business school'da bunu görünce önce şok oluyor insan, ardından da pişman.
yakıcı güneşi ve serin rüzgarıyla şehrin sokaklarına çıkmak için bu motivasyona ihtiyaç yok. hepsi sorumlulukları ve pişmanlıkları azaltmak adına

12 Nisan 2013 Cuma

çünkü yalınayak yürümenin ayrı bir tadı var


İki aydan fazla zamanım geçti şu en güzel şehirde. Burada durup kişisel gelişimime ne kadar katkısı olduğundan, beni ne kadar büyüttüğünden ya da bana nasıl çılgın maceralar yaşattığından bahsetmeyeceğim bu şehrin. Gerçi yapmadı mı, yaptı. Erasmus şimdi bu, senelerce “Ben Erasmus’tayken” ile başlayan cümleler kurmazsam döverler, biliyorum. Yine de yeri burası değil; yeri, dinlemeyi inanılmaz bir yoğunlukla isteyenlerin –ki olduklarından şüpheliyim- ya da kafasını ütülemek istediklerimin yanı.
Şimdi sıra Anjos’ta keşfettiğimiz yeri anlatmakta. İkinci el kıyafet, ayakkabı ve çeşitli objeler satan kocaman, iki katlı bir alan. Duvarlardaki boy boy “No smoking” uyarılarına rağmen satıcıların neredeyse hepsinin umursamadan keyifle tüttürdüğü bi yer. Sadece sigara da değil.
Evet, bu gömlekle ilgileniyorum ama “Não falo Português.”. “Do you want to experiment?” Tuvalette deneyebilirmişim.
Lizbon’un kopyası gibi. Birbiriyle eşleşmeyen "her şey" bir arada. Bir örnek için:


İşte kafe ve bar. Anladığım kadarıyla bazen partiler düzenleniyor. Çalışanlar 50li yaşlarında amca ve teyzeler. Yorgun bakıyorlar dünyaya ama bir gülümsemeden de yoksun değiller.
Zaman durmuş gibi sanki orda. Sanki belli dönemleri simgeleyen küçük işaretler var. Birbirinden apayrı hatta birbirine zıt dönemleri, ya da yaşları. Ama onlar nasılsa yolunu bulmuş ve bir uyum yaratmışlar. Galiba zamanı durdurarak.  

25 Mart 2013 Pazartesi

ha eksik ha fazla. doldur gardaş içelim


Tek bir şarkının, hatta bazen yalnız başına bir notanın beni tutup bambaşka ve bazen, içinde bulunduğumdan daha gerçek bir dünyaya götürmesi nasıl imkanlı? Çoktan unuttuklarımı hatırlatması ve ergen ruhu tekrar hissettirmesi, tripleri ve gülünç küstahlıklarıyla. Bu, o şarkının gücü mü yoksa tamamen benim hikayeleri ve hikayelere dair duyguları hatırlamak için melodilere ihtiyaç duyan zihnimin ürünü mü?


Her neyse sebebi -ki bir sebebi var mı onu da bilmiyorum- çok derinlerdeki “ “ev”e kısa otobüs yolculuğu” hatıramda canlanacak ve ben bunu engelleyemeyeceğim. Bu kısa yolculuğu çok eskide bırakacak kadar uzun bir ömrüm olsa da, ölsem ve dirilsem de, ya da yepyeni bir hafızaya kavuşsam bile ona iliştirdiğim duyguları hatırlayacağım. Ve onları yaşayacağım aynı gerçeklik ve doğallıkla. Kendimi ayıplayacağım önce, içinde bulunduğum durum çocukça olduğu için, çünkü en başından biliyorum o an olgun davranmam gerektiğini, ilk nefesimden itibaren biliyorum olgun davranmam gerektiğini. (bir de güçlü olma tarafı var bunun. ama o çok ayrı bir konu.) Sonra bir de bakmışım, cidden olgunmuşum, ya da başka türlü mü söylemeli? Büyümüşüm? Fark etmişim, kaçınmaya çalıştığım sebepsiz görünen duygular aslında büyümeme yardım edenler.  
Mavi Sakal’a da bu acılı sürece katkısı için teşekkürler. (kesinlikle ironi yok)

11 Mart 2013 Pazartesi

ben yaptım, yo

Yemek yapmanın hep adım adım ve kurallara bağlı kalarak olduğunu düşünmüştüm. "Önce bilmem neyimizi alıyoruz. Ardından içine bilmem kaç miligram bilmem ne atıyoruz. Üç dakika boyunca tavada çeviriyoruz. Ne az ne çok. Tam olarak üç dakika. Az çevirirsen pişmez, çiğ yersin. Çok çevirirsen yanar, yiyemezsin." Hayır! Hiç de böyle değilmiş. Nedense hep gözümü korkutmuşum böyle düşünerek.
Geldiğimden beri yemeklerimi genellikle kendim hazırlıyorum. Çok üşendiğim olmuyor mu? Oluyor. O zaman en yakın yere gidiyorum karnımı doyurabileceğim. İtiraf etmeliyim ki çoğunlukla dışarda yediğime pişman oluyorum. Damak tadı. Herşey bunla başlayıp bunla bitiyor.
Lafı daha fazla uzatmadan bugün ne yaptığımı anlatayım. Mantar, biber ve beşamel soslu tavuk. Yanında pilav ve domates salatası. Bu kadar lezzetli yemekler yapabildiğime hala inanamıyorum.