13 Eylül 2012 Perşembe

staj1


Stajımda eğlenceli şeyler yapıyorum. Pazarlama departmanı hiç fena değilmiş. Gerçi kıyaslayabileceğim bir şey yok elimde ama olsun. Mesela dün resim yarışmasından kalma resimlere baktım. Miniklerin dehalarına hayran kaldım, bazılarının. Hayır, birçoğunun. Ama aslında en hayran kaldığım Türkiye’nin dört bir yanından yollanan resimlerin yollanış biçimi (yani katlanarak mı, kargo ile kırışmayacak biçimde, kalın kalın önü arkası zarflanarak vs vs), resmin içeriği ve hatta arkadaki yazılar ile nasıl da çok şey anlattığı. Bunlardan biri mesela Sayın Yetkili’ye yazılmış, artık o kimse ve fotoğrafı kızının yaptığı resme iliştirmeyi unuttuğu için çok pişman. Duyarlı anne diye buna derim!




Diğeri de ismin, doğum tarihinin ve adresin yazıldığı köşede en başta ve parantez içinde dikkatimi çeken “Şehit torunu”.






 
Ama aralarından biri vardı ki, Obama’ya yazılmış sandım.

Böyle de şenlikli bi stajım var işte benim.




16 Ağustos 2012 Perşembe

ode to benjamin button

Bu tatil boyunca annemle çok eğlendik ve eğlenmeye devam ediyoruz. Özellikle Ramazan ayı ve beraber çıktığımız iftarlar tahmin edemeyeceğim kadar nefis, beklenilmez ve keyifli oldu. Özellikle birini, Topkapı tarafında bir esnaf lokantasına gittiğimiz ve lokanta toplanana kadar oturup ardından saatlerce yanındaki kafeyi işgal ettiğimiz geceyi, çok çok çok sevdim.

O geceden aklımda kalan tonlarca şeyden biri şu: yemeklerimiz bitmemiş olsa bile artık yiyemeyecek duruma geldiğimizde çay istedik. Kendime hemen bir sigara sardım. Çakmağı elime aldım. Sigara dudaklarımın arasındayken bir şey söylemem gerekti. Tam o anda 7-8 metre öteden bir genç adam geldi, önümdeki kül tablasına sigarasını yerleştirdi ve sigaramı yaktı. Teşekkür ettim. Sigarasını aldı, gidip masasına oturdu. Elimde çakmakla kaldım. O genç adam her kimse “Hiçbir kadın kendi sigarasını yakacak kadar çirkin değildir.”i haklı veya haksız bana hatırlatmış olduğu için gülümsedim. Ona buradan selam olsun.

6 Mayıs 2012 Pazar

fısıldama


Bazı insanlar var,fısıldamayı bilmiyorlar. Hatta bir şey söylüyorlar, ardından fısılda diyorum ve fısıldamaya çalışarak tekrar ediyorlar. Sanki ilk seferinde anlamamışım gibi. Annem bunlardan biri mesela. Her seferinde ama istisnasız her seferinde çoktan anlamış olduğum şeyi becerilemeyen bir fısıldayışla yeniden dinliyorum.
Bazen gerçekten fısıldansa da yeterince sessiz olmuyor. Mesela kütüphanelerde, mesela ıssızlığın ortasında çevredekilerin duymasını istemediğiniz sohbetlerde, ya da odada iki kişiyken ve yan odada uyuyanlardan paranoya derecesinde çekiniyorsanız. Ve hatta böyle zamanlarda normal ses tonunuzla konuşsanız daha az dikkat çekecekmişsiniz hissine kapılıyorsunuz. En azından ben kapılıyorum.
Ortada gizlenmesi, saklanması ya da herkesle paylaşılmaması gereken bir şey varsa fısıldamak belki de bunu yüksek sesle anlatmaya çalışmaktan daha tehlikeli olabiliyor. Tehlikenin dışında fısıldamanın tuhaf mahremiyet alanına girmiş ve bir şekilde üçüncü-dördüncü şahısları istemeden de olsa uzaklaştırmış oluyorsunuz o alandan ve onları merak alanına yaklaştırıyorsunuz.
Sadece sesin yüksekliği değil, vücut dili de değişiyor. Karşınızdakiyle yakınlaşmanız gerekiyor. Yakınlaştıkça söylediğiniz şeylerin inandırıcılığı, doğruluğu, gerçekliği artıyor sanki. Bu şekilde, fısıldamak herkesin sorgulamadan kabul ettiği doğruları değiştirmeye çalışmanın yanında manipülasyona da kapı aralayabiliyor. Kazanılmış absürd güven duygusuyla ikna edicilik başlıyor.
Ve üzerine muhtemelen tartışacak çok şey hala varken, fısıldama dosyasını yıllar yıllar önce izlediğim bir filmden alıntıyla kapatıyorum.
“the human voice is different from other sounds. It can be heard over noises that bury everything else. Even when it's not shouting. Even when it's just a whisper. Even the lowest whisper can be heard when it's telling the truth