19 Aralık 2011 Pazartesi

Gece

Karanlık korkusunu anlamıyorum. Hele de en güvenli yerimiz, evimiz güzel evimizde. Defalarca kilitlediğimiz kapılarımıza bile güvensiziz. Hep tetikte, hep uyanığız. Yine de korkarız karanlıktan, çünkü o belirsizdir. Kendi elimizi göremeyiz, kendi kalp atışımızı, nefesimizi duyamayız karanlıkta, korkunun sesini dinleriz yerine. En acısı da kocaman açarız gözlerimizi umutsuzca ve o güzel parlak ışıkları farkedemeyiz bile. Onlar en masumudur, en nadidesi. Çok kısa süre varolurlar, karanlığa alışınca biz yitip giderler. Belki rüyalardır, belki peri. Ne olurlarsa olsunlar, ben biliyorum, bizi korurlar. Farkedelim ya da etmeyelim ninni söyler, içimizi ısıtır, güven verirler bize. Anne, sevgili ve arkadaş olurlar. Onları tanımak için dikkatle incelemekten kaçınmak gerekir, yoksa korkar, çıplak gibi hisseder ve toz olup uçarlar. Belki de sıradan yabancılardır ve bu kadar laf sadece ben karanlığı çok sevdiğim içindir.

25 Kasım 2011 Cuma

sen ne dersen de


Bu aralar yapacak o kadar çok işim var ama her birini nasıl yapacağımı düşünürken bir türlü başlayamıyorum. Başlıyorum çok çabuk dikkatim dağılıyor sonra. Mesela bu hafta 4, evet tam 4 sınavım vardı. Ve çilem bitmiyor. Haftaya da 2. Pazartesi ve cuma hem de. Bu günlere sınav koyan zihniyeti ne yapmalı...
Bu arada bir de exchange başvuruları var. Uzatıldı ama benim hala statement of purpose taslağım bile yok. En yakın zamanda onu da yazacağım mesela. Hayır son gece değil. Birazdan.
Şu exchange başvuruları konusunda aslında bu kadar rahat davranmamın bir sebebi var. O da heyecanımı kaybetmiş olmam. Gecen yazdan beri anlaşma yapılsın diye exchange koordinatörünün peşinden koşmama sebep olan toulouse ekonomi olmuyor… Diye biliyordum ki, bir kaç gün önce mutlu haberi aldım. Syllabusımızı inceliyorlarmış. Ek yerleştirmeye anlaşma yapılabilirmiş. Yaşasın blog yaşasın!

16 Eylül 2011 Cuma

pamuk şekerimiz olmasa da


Bugün son zamanlarımızın mecburi mekanı olan Kafepi’ye gitme planımız Beşiktaş’ın maçı yüzünden sarsılınca kendimizi yine Küçük Beyoğlu’nda bulduk. En son seçenek ama her dönemin seçeneği. Yeni “kurallara” uyum sağlamış Küçük Beyoğlu minderleriyle ve terası da çılgıncasına kalabalıklaşmış. Gerek insanların koca Taksim'de oturaak yer bulamaması sebebiyle, gerekse dışarıdan getirilen masaların kaldırılan bar ve merdivenin bıraktığı boşluklara konmasıyla.
Çıkışta Ramazan’dan sonra geri gelecekti hani masalar diye konuşurken kendi aramızda biri giriyor araya. “Koydurmuyorlar.” diyor. Açık alanlarda masa falan yok artık. Esnaf baksın başının çaresine. Az kazanmayı da öğrensin. Dumansız hava sahası için değil bu uygulamalar. Geçen sene çiftler çok yakın oturmasın birbirine diye hınçla kırılıp dökülen ‘sevgili koltukları’ ile aynı sebepten. Artık nereye gidiyoruz demek için biraz geç ama hadi hayırlısı…

12 Eylül 2011 Pazartesi

boş zamanlar


Resmen tembellik sularında boğulmuşum haberim yok. Ne zaman blog yazacağım diye şu lanet aleti önüme alsam bir şekilde yalan oluyor. Ya film izlemeye başlıyorum ya da bana hiçbir faydası olmayacağından emin olduğum eğlenceli bile olmayan yazıları okumaya.
Bir yerden başlayıp devrim yapmak gerekiyor hayatımda. O yer de “los amantes del circulo polar”ı izlediğim ve kalp sancıları ve kazan gibi bir kafayla geçirdiğim gece ile geldi sanırım. 
Üzerinden günler geçmiş olmasına rağmen bırakamıyorum bu film hakkında düşünmeyi. Yarısından fazlasında pamuk şekeri rüyalar tadında bir aşk hikayesi, son sahnede bam! Bu da yapılmaz ki sevgili Julio Medem!
Julio Medem’i Film Festivallerinden birinde Caotic Ana ile keşfetmiştim. Herkesin bayıldığı bu filmden nefret etmiştim aslında ve Medem adını duyduğumda kaçma refleksimi tavsiye üzerine “los amantes del circulo polar”ı izleyene kadar devam ettirdim. Belki tarzım değildi Caotic Ana, aslında romantik filmlerin de tarzım olmaması gibi; belki de, ki hep en kötüsünü düşünmek gerek, anlayamamıştım ne demek istediğini yönetmenin. Diğer filmlerini izlemeli.
Valiante o zaman!

1 Temmuz 2011 Cuma

portreci

montaigne'in hayatını araştırıyordum ve yüzlerce kere görmüş olmama rağmen kim tarafından yapıldığını merak etmediğim şu portresine rastladım.
Daniel Dumonstier adında biri. ve bu adam zamanında dönemin aristokratlarının ve "önemli" kişilerinin de portrelerini yapmış. ancak neye benzediğini bilmiyoruz. hatta öyle ki en güvenilir kaynağım wikipedia'da arttığımda kendisinin bir temsili olarak yaptığı portrelerden biri çıkıyor.

ah zaman pek acımasız mösyö.

11 Mart 2011 Cuma

we,lads,are not racists but nationalists!

“This is England”ı başka bi zamanda veya başka bi yerde izlesem de, yine en sonunda kendimi film çoktan bitmiş olmasına rağmen gerginlik içinde ekrana bakarken bulacağımdan eminim.
Öyle bir hikaye ki, bir an sempati besleyip birlikte kahkaha attığınız karakterler diğer an ötekileşiyorlar. Galiba komün hayatı, aidiyet ve ikna kabiliyeti çok güçlü bir eleman üçlüsü sebep oluyor bu duruma. Burada o eleman Combo, Liverpoollu Stephen Graham’in hapisten yeni çıkmış dazlağı. O nasıl bir oyunculuk, o nasıl bir aksan; en sevimsiz hapishane hikayelerini o nasıl anlatış… Combo... o gelene kadar her şey gayet yolunda. 12 yaşında bir çocuğun kendinden yaşça büyük belki de “serseri”lerle takılması ve çabucak büyümüş gibi olması, yeni saç kesimi, yeni pantolonu, ayakkabıları ve gömleğiyle garip ve yeni bir hayata “Merhaba” deyişi.
Sonra olaylar gelişiyor. Combo’nun gelişi, zenci ile puding hikayesi, Milky’nin hikayeden rahatsız olduğunu herkesin (Woody de dahil) fark etmesine karşın kimsenin Combo’yu durdurmak için bir şey yapmamış olması ve ardından Combo’nun yerindeki “Yollarımızı ayıralım madem. Kim daha yüce amaçlara hizmet etmek, bu davada benim yanımda olmak istiyor.” sahnesi.



Filmin çözülme sahnesi aslında bu. Birilerinin odayı terk edip diğerlerinin kalışı. Combo, onlara bir amaç sunuyor fakat aslında seçimlerinin hedefleriyle bir ilgisi yok. Grubun içindeki dengelerden memnun olmayanlar, yalnızlar ve kendini artık daha “yüce” bir komüne ait hissetmek isteyenler kalıyor. Diğerleri (kim oldukları hakkında atıp tutmak yanlış olur, çünkü aslında kimse masum değil) gidiyor. Kalanlarla başbuğun konuşmasına şahit oluyoruz. “We,lads,are not racists but nationalists” diyor fakat acaba kendi inanıyor mu bu söylediğine? Onu dinleyenlerin neredeyse hepsinin sadece bir yokluk ve ait olma duygusundan dolayı orada olduklarının farkında mı? Ya da söyledikleri, barışçıl olsa bile ki öyle olduğunu iddia edemem, en sonunda kurmaylarının hayatını daha mı parlak yapacak, onları nefretle dolu yaratıklar yapmadan önce? Ve en önemlisi de bu konuşan adam nasıl emin olabilir ki, günün birinde inanmaya bu kadar hazır insanlar kendine karşı savaşmayacak ve başka bir ideoloji uğruna ölmeyecek? Çünkü bakarsınız zamanın ateşli milliyetçisi “Halkların Kardeşliği” diye bağırıyormuş meydanlarda. Ne bunu ne diğerini yapmak kolay, fakat şundan da eminim ki insanların (sabit) fikirlerindeki bu (hızlı) değişimler sadece düşünce yoksunluğu belirtisi. Çünkü ne de olsa bi yerde ne kadar çok inanç varsa o kadar az düşünce vardır (bence).

5 Mart 2011 Cumartesi

itiraflar


!fistanbul’da bi filme gittim. Uzun zaman oldu aslında ama ancak yazabiliyorum. Capon filmi, adı “İtiraflar”. O nasıl şeydi öyle?
Filme giderken konuyu okumuştum ve evet, bir garip Japon filmi olduğunun farkındaydım ama ne yalan söyleyeyim bu kadarını beklemiyordum. Şok! Thriller, violence ve drama üçlüsü. İnanılamaz.
Konu şöyle: öğretmen hanımın (sensei, ki bu unvan Japonya’da öğretmen, doktor vs. gibi onların saygın olarak düşündükleri meslekleri icra eden kişiler için kullanılırmış) biricik yavrusunun ölümü, öldürülüşü veya daha doğru bir kelimeyle katledilişi. Bu yeterince korkunçken bir de cinayeti iki ufak çocuğun intikam için işlediğini düşünün. Soğukkanlılıkla, akıllıca ve aynı zamanda akıllara durgunluk verici cinsten.
Japon filmlerine, isimlerine ve kültürüne aşina olmayan ben için filmi takip etmek zor oldu. Mesela iki acımasız oğlan çocuğunu ayırt etmekte güçlük yaşadım bi süre. Bunlardan bir tanesi daha kararlı, zeki, ne istediğini bilen çocuk; diğeriyse başarısız ve sönük olması gereken ama yine de bir yer edinme çabasıyla akılsızca davranan. Birincisinin filmin ilerleyişiyle kendinden beklenildiği gibi kocaman adımlar atmasını ve belki daha da canileşerek hayatına(!) yeni bi yön vermesini bekliyorsunuz, diğerininse eski yaşamına devam edip arkadaşlarının her zamankinden katlarca fazla olan küstahlıklarına boyun eğmesini. İzlediğim şey beni burada da şaşırtmayı başarıyor, aklımdaki iki karakter birbirlerinin rolüne soyunuyor.
Filmle ilgili yazabileceğim çok fazla şey var, fakat ben güçlü çocuğumuzun final sahnesindeki konuşmasında geçen bir cümleyi yazayım istedim: Her hayat değerlidir. Ve ardından (riyakarlığın bu kadarı akılla birleşince pek bi tehlikeli) bombayı, değersiz gördüğü hayatları (kendisi de dahil) sonlandırmak üzere patlatma çabasının, onu terk edip giden ama yine de kendisini duysun, bilsin istediği annesinin ölümüne sebep olmasının ne kadar ironik olduğunu. Evet, her hayat değerli ama o hayatlar bizim olduğu, o canlar bizle kaldıkları sürece. Aksi durumda, insanlar yaşar insanlar ölür deriz. O her şeyin sonsuza kadar yitip gittiğini anlatan “Pıt” sesini duyana kadar dünyamız dönmüştür, devamında bir hiç…