Bazı insanlar var,fısıldamayı bilmiyorlar. Hatta bir şey
söylüyorlar, ardından fısılda diyorum ve fısıldamaya çalışarak tekrar
ediyorlar. Sanki ilk seferinde anlamamışım gibi. Annem bunlardan biri mesela. Her
seferinde ama istisnasız her seferinde çoktan anlamış olduğum şeyi
becerilemeyen bir fısıldayışla yeniden dinliyorum.
Bazen gerçekten fısıldansa da yeterince sessiz olmuyor. Mesela
kütüphanelerde, mesela ıssızlığın ortasında çevredekilerin duymasını
istemediğiniz sohbetlerde, ya da odada iki kişiyken ve yan odada uyuyanlardan
paranoya derecesinde çekiniyorsanız. Ve hatta böyle zamanlarda normal ses
tonunuzla konuşsanız daha az dikkat çekecekmişsiniz hissine kapılıyorsunuz. En azından
ben kapılıyorum.
Ortada gizlenmesi, saklanması ya da herkesle paylaşılmaması
gereken bir şey varsa fısıldamak belki de bunu yüksek sesle anlatmaya
çalışmaktan daha tehlikeli olabiliyor. Tehlikenin dışında fısıldamanın tuhaf
mahremiyet alanına girmiş ve bir şekilde üçüncü-dördüncü şahısları istemeden de
olsa uzaklaştırmış oluyorsunuz o alandan ve onları merak alanına
yaklaştırıyorsunuz.
Sadece sesin yüksekliği değil, vücut dili de değişiyor. Karşınızdakiyle
yakınlaşmanız gerekiyor. Yakınlaştıkça söylediğiniz şeylerin inandırıcılığı,
doğruluğu, gerçekliği artıyor sanki. Bu şekilde, fısıldamak herkesin
sorgulamadan kabul ettiği doğruları değiştirmeye çalışmanın yanında
manipülasyona da kapı aralayabiliyor. Kazanılmış absürd güven duygusuyla ikna
edicilik başlıyor.
Ve üzerine muhtemelen tartışacak çok şey hala varken, fısıldama dosyasını yıllar yıllar önce izlediğim bir filmden alıntıyla
kapatıyorum.
“the human voice is different from other sounds. It can be
heard over noises that bury everything else. Even when it's not shouting. Even
when it's just a whisper. Even the lowest whisper can be heard when it's
telling the truth”