11 Mart 2011 Cuma

we,lads,are not racists but nationalists!

“This is England”ı başka bi zamanda veya başka bi yerde izlesem de, yine en sonunda kendimi film çoktan bitmiş olmasına rağmen gerginlik içinde ekrana bakarken bulacağımdan eminim.
Öyle bir hikaye ki, bir an sempati besleyip birlikte kahkaha attığınız karakterler diğer an ötekileşiyorlar. Galiba komün hayatı, aidiyet ve ikna kabiliyeti çok güçlü bir eleman üçlüsü sebep oluyor bu duruma. Burada o eleman Combo, Liverpoollu Stephen Graham’in hapisten yeni çıkmış dazlağı. O nasıl bir oyunculuk, o nasıl bir aksan; en sevimsiz hapishane hikayelerini o nasıl anlatış… Combo... o gelene kadar her şey gayet yolunda. 12 yaşında bir çocuğun kendinden yaşça büyük belki de “serseri”lerle takılması ve çabucak büyümüş gibi olması, yeni saç kesimi, yeni pantolonu, ayakkabıları ve gömleğiyle garip ve yeni bir hayata “Merhaba” deyişi.
Sonra olaylar gelişiyor. Combo’nun gelişi, zenci ile puding hikayesi, Milky’nin hikayeden rahatsız olduğunu herkesin (Woody de dahil) fark etmesine karşın kimsenin Combo’yu durdurmak için bir şey yapmamış olması ve ardından Combo’nun yerindeki “Yollarımızı ayıralım madem. Kim daha yüce amaçlara hizmet etmek, bu davada benim yanımda olmak istiyor.” sahnesi.



Filmin çözülme sahnesi aslında bu. Birilerinin odayı terk edip diğerlerinin kalışı. Combo, onlara bir amaç sunuyor fakat aslında seçimlerinin hedefleriyle bir ilgisi yok. Grubun içindeki dengelerden memnun olmayanlar, yalnızlar ve kendini artık daha “yüce” bir komüne ait hissetmek isteyenler kalıyor. Diğerleri (kim oldukları hakkında atıp tutmak yanlış olur, çünkü aslında kimse masum değil) gidiyor. Kalanlarla başbuğun konuşmasına şahit oluyoruz. “We,lads,are not racists but nationalists” diyor fakat acaba kendi inanıyor mu bu söylediğine? Onu dinleyenlerin neredeyse hepsinin sadece bir yokluk ve ait olma duygusundan dolayı orada olduklarının farkında mı? Ya da söyledikleri, barışçıl olsa bile ki öyle olduğunu iddia edemem, en sonunda kurmaylarının hayatını daha mı parlak yapacak, onları nefretle dolu yaratıklar yapmadan önce? Ve en önemlisi de bu konuşan adam nasıl emin olabilir ki, günün birinde inanmaya bu kadar hazır insanlar kendine karşı savaşmayacak ve başka bir ideoloji uğruna ölmeyecek? Çünkü bakarsınız zamanın ateşli milliyetçisi “Halkların Kardeşliği” diye bağırıyormuş meydanlarda. Ne bunu ne diğerini yapmak kolay, fakat şundan da eminim ki insanların (sabit) fikirlerindeki bu (hızlı) değişimler sadece düşünce yoksunluğu belirtisi. Çünkü ne de olsa bi yerde ne kadar çok inanç varsa o kadar az düşünce vardır (bence).

5 Mart 2011 Cumartesi

itiraflar


!fistanbul’da bi filme gittim. Uzun zaman oldu aslında ama ancak yazabiliyorum. Capon filmi, adı “İtiraflar”. O nasıl şeydi öyle?
Filme giderken konuyu okumuştum ve evet, bir garip Japon filmi olduğunun farkındaydım ama ne yalan söyleyeyim bu kadarını beklemiyordum. Şok! Thriller, violence ve drama üçlüsü. İnanılamaz.
Konu şöyle: öğretmen hanımın (sensei, ki bu unvan Japonya’da öğretmen, doktor vs. gibi onların saygın olarak düşündükleri meslekleri icra eden kişiler için kullanılırmış) biricik yavrusunun ölümü, öldürülüşü veya daha doğru bir kelimeyle katledilişi. Bu yeterince korkunçken bir de cinayeti iki ufak çocuğun intikam için işlediğini düşünün. Soğukkanlılıkla, akıllıca ve aynı zamanda akıllara durgunluk verici cinsten.
Japon filmlerine, isimlerine ve kültürüne aşina olmayan ben için filmi takip etmek zor oldu. Mesela iki acımasız oğlan çocuğunu ayırt etmekte güçlük yaşadım bi süre. Bunlardan bir tanesi daha kararlı, zeki, ne istediğini bilen çocuk; diğeriyse başarısız ve sönük olması gereken ama yine de bir yer edinme çabasıyla akılsızca davranan. Birincisinin filmin ilerleyişiyle kendinden beklenildiği gibi kocaman adımlar atmasını ve belki daha da canileşerek hayatına(!) yeni bi yön vermesini bekliyorsunuz, diğerininse eski yaşamına devam edip arkadaşlarının her zamankinden katlarca fazla olan küstahlıklarına boyun eğmesini. İzlediğim şey beni burada da şaşırtmayı başarıyor, aklımdaki iki karakter birbirlerinin rolüne soyunuyor.
Filmle ilgili yazabileceğim çok fazla şey var, fakat ben güçlü çocuğumuzun final sahnesindeki konuşmasında geçen bir cümleyi yazayım istedim: Her hayat değerlidir. Ve ardından (riyakarlığın bu kadarı akılla birleşince pek bi tehlikeli) bombayı, değersiz gördüğü hayatları (kendisi de dahil) sonlandırmak üzere patlatma çabasının, onu terk edip giden ama yine de kendisini duysun, bilsin istediği annesinin ölümüne sebep olmasının ne kadar ironik olduğunu. Evet, her hayat değerli ama o hayatlar bizim olduğu, o canlar bizle kaldıkları sürece. Aksi durumda, insanlar yaşar insanlar ölür deriz. O her şeyin sonsuza kadar yitip gittiğini anlatan “Pıt” sesini duyana kadar dünyamız dönmüştür, devamında bir hiç…